İMROZ
Bitirmek üzere olduğumuz 2017 yılının son
kısmında gezi programını netleştirmiştik. İmroz’ da gezi listesindeydi. Hem
oradaki arkadaşlarımız görmek istiyordum, hem de adadaki son durumları merak
ediyordum. Biz daha gezi programını hazırlamadan, madenciler bizden önce
davranıp İmroz’un altını üstüne getirmek için kolları sıvadılar. İlk şok
dalgasından sonra sosyal medya paylaşımları, eylemler, başvurulur derken kısa
sürede bu bertaraf edildi diyebiliriz.
Tabi ki hepimizin bildiği gibi bu sadece bir geri adım. Muhtemelen ortalık
yatışınca maden arama işine tekrar kalkışacaklar. Birkaç parça altın uğruna
insanoğlunun neler yapabileceğine yine insanlık tarihinden bir sürü örnek verebiliriz.
Ölülerin dişlerine kadar çalan mezar soyguncuları da yine bizleriz. Dolayısı
ile bu işin ne şimdi, ne de bundan sonra bir aydınlanma ile son bulacağını
sanmıyorum. Maalesef insan türü olarak içimizden bazıların genetik kodlarında
kölelik yapmak var. Bunlardan en karaktersiz olanı da paraya karşı olan
kölelik, ne yapalım biz geleceği korumaya çalışırken birileri de bunu çalmaya
kalkabilecek kadar cüretkar olabiliyor. Tüm bu olayları takip edip desteklerken
bizim gezinin zamanı da gelmişti. Ben de geçen hafta havalar henüz tam
sertleşmemişken adada neler olup bitiyor gidip bakmak istedim.
Kaldığımız bir hafta boyunca Ercüment ve Nilüfer
bizleri misafir etti. Kırsalda yaşamak için kolları sıvamış, arazilerinde bir
sürü deneyim yaşayan tatlı mı tatlı, bir çift. Müsait olduklarında tüm gün buz
gibi esen rüzgarda bizimle beraber bütün adayı yürüdüler. Köyleri gezdirdiler.
Onların da adaya yerleşmeleri çok olmamış, hala yapmaları gereken bir sürü iş
var. Adada da çevreye duyarlı bir çok
insan bir araya gelip adanın sorunları ile alakalı çalışmalar yürütüyor. Sakin ada
yaşantısına biraz renk gelmiş diyebiliriz. Gerçi ada halkının geneli Türkiye
ortalamasının üstünde bir bilinç düzeyine sahip diyebilirim. Karşılaştığım her
kişi gayet bilinçliydi.
Buralara kadar gelmişken gidip bir de adanın
yöneticileri ile konuşmak istedim. İşim gereği bu güne kadar bir çok yönetici
ve kamu görevlisi ile ortak çalışma yürüttük, hali hazırda da devam ediyoruz, adanın
bence en büyük şansı belediye başkanları. Ünal Çetin, çok az yöneticinin
vizyonuna sahip, üstelik bu konuda da ciddi, elinden geleni ardına koymuyor,
sadece çevrecilikten bahsetmiyorum. Randevu almadan içeriye girip
konuşabileceğiniz, size vakit ayıran, gerçekten dinleyen, yalancı olmayan,
suratına sahtekar bir bürokrat gülümsemesi yerleşmemiş birlikte çok iş
yapılabilecek önemli bir kişi. Tabii ki bir görüşmede hiç kimseyi tam olarak
tanıyamazsınız, fakat ilk görüşmede beni ikna ettiğini söyleyebilirim.
Ercüment ve Nilüfer bizi Tepe köye götürdü, Timoleon ile birlikte biraz lafladık. Tabi ben istediğim kadar konuşamadım bile, her şey üst üste geldi, güzelim muhabbete katılamadım. Ama Lamprini'nin kahvesinin tadına bakabildim.
Gelelim yerlilerine, çok sevimli, yardımsever,
neşeli, muhteşem insanlar falan değiller. Türkiye öyle bir ülke değil çünkü.
Öyle yazılan yazılara da uyuz oluyorum. Şu an itibari ile hep birlikte ne kadar
mutlu olabilirsek onlar da o kadar mutlu. Adada yaşam rüya gibi falan değil.
Üstelik orada yaşayan herkes devlet tarafından yapmak istemediği bir çok şeye
zorlanmış. Karadenizlilerin köyü var, köyleri boşaltılınca buraya sürülmüşler,
Kürtler var aynı şekilde, Rumlar zaten adanın asıl yerli halkı hiç bir hakları verilmemiş,
mallarına el konulmuş, zorla topraklarından edilmiş, adanın karanlık bir tarihi
var. Ve bu karanlık tarih enerji olarak kendini hissettiriyor. Yapılan ceza
evi, Lozan anlaşmasına uyulmaması, sonrada kurulan köyler, askeriyenin yakıp
yıktıkları, oturup bir Rum kahvesine bir Yunan kahvesi içtiğinizde kahvenin
bizim Türk kahvesinden daha hafif, ama anlatılanların oldukça ağır olduğunu
görüyorsunuz. O hafif kahve boğazınızdan geçmiyor ya da midenize külçe gibi
oturuyor. Ama buna rağmen misafirperver adada herkes. Bizim Türk insanının
genel yapısı bu değil mi zaten, doğusundan batısına tüm ırklar, aslında
mülayim, barışçıl ve elindeki ile yetinen bir yapıya sahip. Güzel bir harman
olmuş bin yıllar içinde. Şimdilerde de bu yapı kullanılıyor fırsatçılar
tarafından.
Ben adanın muhteşemliklerini görmedim. Böyle
yazılan yazılarında gerçekçi olmayan, baktığını görmeyen, o güne kadar okuduğu
klişe gezi yazılarına özenmiş, içinde bulunduğu atmosferi okuyamayan kişilerin elinden
çıkan ve gezdiği bölgeye zarar veren yazılar olduğunu düşünüyorum. Haftasonu
eklerinden okuduğu kadar dağarcığı ile bir yerden arazi alıp yatırım yapmaya
çalışan bir girişimci kitlesine sahibiz. Okuduğu tüm okulları test ile
bitirebilmiş, soruların şıklarını eleme sistemi ile okul kazanmış insanlardan
fazla bir şey bekleyemeyiz. Yaklaşık doğrular ile işimizi götürüyoruz her
zaman. Çok güzel bir yer gezdim demek için bir bölgenin özelliklerinin
arttırılması, abartılması büyük haksızlık. Sonrasında dışarıda sürekli bir göç
alan bu yerlerin, kendi halkından göç vererek zaman içinde yapıları bozuluyor.
Biz halk olarak ülkenin her yerini sürekli değiştirip bozuyoruz bu şekilde.
Kulaktan dolma bilgiler ile şuursuz inşaatlar yaparak, ne yaptığımızı bilmeden
elimizdeki her değeri tüketiyoruz. Bakınız tüm Ege sahili ve kooperatif
yazlıklarına. Canım kumsallar, portakal, mandalina ve şeftali bahçeleri,
zeytinlikler, çirkin, sırt sırta yaslanmış fındık kadar ufak iki katlı beton
yazlıklar ile dolu. Bunların yarısı kullanılmadığı için çöpe dönüşüyor git
gide.
Adanın ekolojik turizm, doğa sporları, organik tarım gibi insanlığın geleceği için son derece önemli iş kollarında iyi bir potansiyeli var. Doğru kullanıldığında, ki belediye başkanı
bunu yapmaya çalışıyor, bir geleceği olabilir. Kumsalları kaliteli kumlara
sahip değil mesela, bi çoğunu topraklı, öyle altın kumlar sizi karşılamıyor, ama
denizi son derece temiz ve deniz canlısı yönünden oldukça zengin. Sürekli bir
rüzgar esiyor, insanı sersem edercesine hiç durmayan bir gürültü var. Biz kışın
gittik en kötü zamanı dediler, beni rahatsız etmedi ama bence önemli bir etken.
Öyle Akdenize benzemiyor ama bu yanı ile rüzgar sörfü için bulunmaz bir nimet
halini alıyor. Türkiye’nin en batısı. Kontrolsüz hayvancılık yüzünden bitki
örtüsü ağır hasar almış durumda. Öyle kolaylıkla geriye döndürülecek bir şey
değil, devletin el atması gereken konulardan biri bu. Kış ortasında barajları
neredeyse boş. Hep sulak denen adada yağmur sularının yol açtığı bir kaç akıntı
var o kadar. Sulak falan değil. Tarım tamamen çöktüğü için şimdilik suları
yetiyor. Susuzluğun ilk sinyallerini de vermeye başlamış. Ekolojik tarım
bölgesi, hadi tarım yapalım dendiğinde özellikle sulu tarım da ilk yıl tüm
kaynaklarını kullanabilir ve büyük sorun yaşayabilir. Bu önemli bir konu ada
sulak değil, yönetildiğinde su sorunu yaşamayabilecek bir yer sadece. Bu da
desteklenmesi gereken konulardan bir diğeri. Turizm adaya zarar da verebilir, fayda
da sağlayabilir. Ankara’dan alınacak dosyaların ne kadar acımasız olduğu ile
alakalı. Amatör kişiler tüm bu sorunların yerel yönetimler ile alakalı olduğunu
düşünürler. Oysaki balık ülkemizde Ankara’dan kokmaktadır. Adanın sorunları
için adaya destek verilmesi gerekir. Adanın yerli halkının göç vermemesi her
yerde olduğu gibi burada da önemlidir.
Türkiye kaynak heba etmekte son derece
başarılı bir ülke. Elimizde başka ülkemiz de yok. İmroz tarihi boyunca
kendisine yapılanlardan dolayı bir özür dilemeyi hak ediyorken, bir dönem
suçluları adaya salıp devlet eli ile terör yaratılmışken, şimdi de madencileri
adaya başı boş bırakmak bir kez daha düşünülmelidir. Turizm her araç gibi doğru
kullanılması gereken bir araçtır. Denizi olmayan bir memlekette masa başında
imzalanan çıkarcı anlaşmalar ile ülkede ki tüm kıyılar yok edilmektedir,
elimizde kalan bir kaç bakir alan için belki de son şansımız olabilir. Bu
noktada yerel yönetimler dinlenmeli, kağıt üzerinde değil, gerçekten yetki
onlara teslim edilmelidir. Bölge halkı birincil söz sahibi olmalıdır. Tarım,
hayvancılık, su yönetimi, gibi konular ufak belediye bütçeleri ile ülkenin hiç
bir yerinde çözülemezler, ancak kaderlerine bırakılırlar.
Çalışarak ve bilinci davranarak olumlu hale
gelebilecek bu tehlikeleri bir kenara bıraktığımızda benim için oldukça keyifli bir geziydi. Ercüment ile Nilüferin söylediği güzel bir şey var, hatta bunu bana yazılı olarak gönderdiler; ada bizim için umudu temsil ediyor diyorlar, böyle büzel bir coğrafyanın isminin madenlerle ve büyük şirketler ile anılması yerine adanın doğal hali ile akıllarda kalmasını istiyorlar. Adadaki doğal yapıyı korumak içinde ''Gökçeada hayat sürsün topluluğu'' ile ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Bu ülkede yaşıyorum ve ülkemi seviyorum, En batısından
doğusunda gezdiğim her parçasını ve insanını sevdim. Abartmaya karşıyım.
Gerçekleri görmemizin zamanı çoktan geldi. Cennet bir ülkede yaşamıyoruz,
susuzluk çeken, çorak, orman fakiri ve kirli bir ülkemiz var. Ovalarımız
verimsiz, bir çok plajda lağım denize karışıyor, en yakın örneği Kuşadası’dır.
Yıllardır mücadele içindeler. Her taraf çirkin beton yığınları ile dolu ve
üstelik kullanılmıyor. Halk kendi malından yani tüm kamusal alanlarından mahrum
bırakılıyor ve bununla ilgilenmiyor. Ormanın, suyun, plajın, dağın, ovanın kendinin
olduğunu bilmiyor. Lafa gelince benim ülkem diyor ama ülkesinin ne olduğu ile
hiç ilgilenmiyor. Devletler ve şirketler de bunu fırsat bilip eşkiyalık yapıyor
ve ülkeye el koyuyorlar. Bu günümüzün değil çağımızın bir sorunu. Ülkemizi
tamamen kaybetmeden gerçekçi yaklaşmamız gerekiyor.
İmroz’da ülkemizin kıymetli bir çok yerinden
sadece biri, orada yaşayanlara destek verip, ülkenin tamamını vatan kabul
edersek, hayatına devam edecek. Vatan olarak oturduğumuz evin salonunu ve
televizyonunu bellediğimizde bu iş olmuyor.
Yorumlar
Yorum Gönder