EVİMİZ NERESİ.
Dağcılık eğitimlerine başladığımda büyük bir
heyecan ile bulabildiğim malzemeleri çantama atıp, doğanın çok fazla insan tarafından
ziyaret edilmemiş yerlerine gitmek için yola çıkmıştım. Yıllarca Atlas dergisi
ve o zamanlar Türkçe yayınlanmayan national
geographic dergisin de gördüğüm resimlere doğru bir adım daha atmıştım. Kamplar
ve geziler hayatımda hep vardı ama doğanın kalbine yolculuk bir başka
olmalıydı. Neredeyse tüm çocukluk ve ilk ergenlik yıllarım Atlas dergisini
beklemek ile geçti. Yeni çıkan sayıyı bayiden alıp önce sakin bir yere gitmek
ilk şartıydı Atlas okuru olmanın benim için. Öyle ortalık yerde ayaküstü
derginin jelatini açılamazdı. Rahat bir köşe bulunur sakince şeffaf koruyucu açılır
ve önce derginin ekleri incelenirdi. Kocaman bir serüvendi benim için.
Eklerdeki haritalar bazen İnka medeniyetine götürürdü beni, bazen Ulu Manitu’nun
diyarına. İllüstrasyonları kayıt edercesine inceler, çocuk parkındaki ağaçların
dibinde uzanıp hayal kurardım. Engin denizlerden, Macahel’in vahşi ormanlarına değin
hiç bitmeyecek bir geziye çıkardım ağacın gölgesinde. Sıra dergiye geldiğinde,
önce yayınlanmış tüm başlıkları okurdum. Bir sıralama yapmak ayrı bir
heyecandı. Derginin arkasındaki tur haberlerini, malzeme satılan yerleri
inceler sürekli bir hesap yapardım. Çok sonraları haberini okuduğum Gezievi’nin
sahibi Erdoğan ile dost olacağımızı, Lino Sport’un müdavimi olacağımı, hatta
ilk sarı renk goreteks montu ve çantamı oradan
alacağımı Aklımın ucuna getiremezdim. Haritalarını incelediğim Karadeniz’i Bukla
ile adımlayacağım hayal bile etmemiştim. Öyle çok bir alternatif yoktu o
yıllarda gezmenin ve ekipman bulmanın. Bir gidene sorulur, Ortaköy’de atölye de
buluşulur filmler izlenir, İstanbul da Lino’dan, Ankara’da Alpinist’ten malzeme
alınırdı. Tadı da belki burada saklıydı. Küçük samimi dost bir topluluktuk sanki. Birden bire
içlerine girmiş, dağlar tepeler dolanır olmuştum. Bir çoğumuz sanki üniforma
gibi sarı mont giyiyorduk bir dönem. Benzin ocağı bir efsaneydi. Haberlerini
takip ettiğim, Kürşat Avcı’nın, Uğur Hocanın hikayelerini okuyarak büyüyorken,
dağın başında nasihatleri ile tırmanacağım aklıma bile gelmezdi. Bence Türkiye’nin
çok iyi dönemleriydi. Benim yaşantımda önce evime giren dergiler ile,
sonrasında ise dostlukları, nasihatleri destekleri ile Atlas ailesinin kapladığı
alan oldukça fazladır anlayacağınız. Öykülerin sonu gelmez, elbette ki zaman içinde
oldukça hüzünlü, üzücü kayıplar ve ayrılıklarda oldu yine öykülerin doğası
gereği. İşte tüm bu heyecan dolu anların ilk adımı dağcılık eğitimi için
gittiğim 9 günlük Beydağları eğitiminde başladı. Tüm maceraperest hedeflerimin listesini
çıkarmış, olumsuz her an için survival senaryolar çalışmış, gerekli gördüğüm malzemeleri
yanıma almış, gecekonduyla, çaput bağlanan dilek ağacına benzer bir halde iki
bacağı olan bir top gibi karların üzerinde yürümeye başlamıştım . Ağırlıktan ve
teknik yetersizlikten kafam önde kervan eşeği gibi sadece bastığım yeri
görebiliyordum. Karın adımlarımın altında çıkardığı sesi dinliyor, ayakkabının
su geçirmemesine hayran kalıyor, ilk kez tozluk kullanıyordum. Ve hayaller,
hayaller, hayaller.
Elbette ki böyle başlayan bir serüven sayfalar
dolusu anlatacak konu ile sonlandı ve belki de hala sonlanmadı aslında . Tüm bunlar başka bir yazıda mevzubahis olabilir.
Benim anlatmak istediğim ise tüm hayallerimin ve hazırlıklarımın dışında hiç
aklıma gelmeyen bir detay, konunun çekirdeği, ilk tohumuydu. Eğitimde verilen teknik
bildiler ve anıların dışında bir şey fark etmiştim. Bize eğitim verenlerin hal
ve hareketleri oldukça ilginçti. Soğuktaki davranış biçimleri, kar üzerinde
nasıl oturdukları, buz gibi sularda nasıl ellerini yıkadıkları, ve diğer tüm
davranışları. Bizim şehirdeki davranışlarımızdan hiç farkları yoktu. Soğuk veya
sıcak, kar ve kaya, Şartlar fark etmeksizin davranış biçimleri değişmiyordu. Evdeki
bir koltukta oturmaktan faklı değildi onlar için bir kayanın üzerinde bağdaş
kurmak. O an doğayı algılama biçimimizde bir yanlışlık olduğunu düşünmüştüm.
Tüm günübirlik yürüyüşler, hafta sonu turları, kamplar hepsi basit bir simülasyonun parçası olduğunu düşündüm. Asıl
konu bizlerin algılama biçimiydi. Şehirlerde ısısı sabitlenmiş mekanlar, insan
anatomisine uygun üretilmiş mobilyalar, yumuşak yataklar, sıcak su akan
musluklar, kendimize taktığımız tasmanın zincir halkalarıydı. Yaşamını değiştirmekle
kalmayıp yaşam alanını bozan tek canlı olarak insanın bu yabancılığı ile ilk
kez bu eğitimde yüz yüze gelmiştim. Oysa İnsan sadece diğer canlılar gibi
dünyada yaşayan bir memeli olabiliyordu kolaylıkla. Aslına barışması çok zor
değildi. Konu ev olarak algıladığımız mekanla ilişkiliydi. Evimiz dünyanın
kendisiydi.
20 yıl sonra bu gün ekolojiden, ekolojik
mimariden bahseder olduk. Söyleşi ve konferanslarda tasarım, yaratıcılık ve ekoloji
anlatıyorum. O dönemlere kıyasla artık daha fazla dinlenir hale geldik. Bu bir
bayrak yarışıydı diye düşünüyorum çoğu zaman, ilk ateşi yakanlardan aldığımız
ışığı biz de taşıyabildiğimiz yere kadar götürmeye çalışıyoruz. Tabi dinlenir
olmamızın sebeplerinden en büyüğü iklim değişikliğinin artık hissedilir bir
şekilde insan yaşantısını etkiliyor olması. Kaynak sorunu ayyuka çıktı, doğanın
bedelsiz verdiği tüm kaynaklar, gıdamıza kadar krize girdi, açlık ve susuzluk,
hastalık ve diğer tüm yaşam şartları insanın uyum sağlayabileceği sınırları zorlamaya
başladı.
Tüm bu şartlar altında mimari ve tasarımında da
ekolojik moda dan fazlasıyla bahsedilmeye başlandı. Çeşitli tasarım formülleri,
malzeme seçimleri, saygılı olmak, sürdürülebilirlik, daha sağlıklı bir yaşam
söylemleri, konuşmaların, tekniklerin ve yöntemlerin sürekli üretildiği bir
dönemdeyiz artık.
Fakat Ekolojik
mimari ve tasarımda en başta anlatılacak ve dikkat edilecek kısım ise bu yazının
konusu çekirdeği, tohumu olduğunu düşünüyorum. Hane tanımı, içini doldurduğumuz , bilinç altımızda
katmanlardan oluşan büyük bir kütle aslında. İlkel atalarımızdan farklı olarak
biz bu tanımı malzemelerin dünyasına dahil edip onu kardeşi olan ruhsal ve imgelerden
dünyasından kopardık. Mistik dünyanın büyüleri, salt enerjiden oluşan bugün
doğa üstü diye adlandırdığımız canlıları, dünya üzerinde yaşadığını artık
varsaymadığımız tüm canlıları bu gün mitolojik masallar olarak adlandırmamız
imgeleri fiziksel yaşantımızdan ayırdık. Oysa hane ilkel topluluklarda bireyi
fiziksel etkilerden korumaya yarayan, maddesel dünya da konforlu bir yaşam
sürdürülmesini sağlayan bir tanım iken, imgeler ise bireyin enerjisini
dengeleyen, ruhsal varlıklardan koruyan, diğer tanımlayamadığı canlılar ile
sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlayan, yani yaşamı paylaştığı varsayılan diğer
tüm dünyevi ve dünya dışı canlılar ile bütüncül bir yaşam kurmasının
köprülerini inşa eden diğer önemli bir parçası olduğunu görüyoruz. Av ve avcı
ilişkileri, mağara duvar resimleri, totemler, ayinler, şaman ve pagan
ritüelleri gibi elimizde çok fazla kaynak ilkel dönem okumalarını oldukça
kolaylaştırıyor. Ev tanımı sadece fiziksel şartları karşılamaya indirgenmiş bir barakanın yanında, ruhsal
dünyada tüm dünyayı hatta evreni kapsayan bir imge olarak kabul
ediliyordu. Biz geçen yıllar içerisinde
bu tanımı sıkıştırıp vasat bir hale soktuk, İmgelerin, enerji ve mitlerin
dünyasını yaşantımızdan kopardık ve rafa kaldırdık. Diğer canlılar ile olan
ilişki biçimimizi yeniden tanımladık ve bu tanımı faydacılık üzerinden
kurguladık. Tüm yaşamın insan varlığının sürdürülmesi için var olduğunu kabul
ettik ve hatta hastalıklı bir psikoloji ile varlığımızı sağlamak adına yaşamı
var ettiğimize inandık.
Oysa Evimiz
olarak nereyi algıladığımız doğrudan yaşam biçimimizi ve tavırlarımızı
etkilemekte. Ev güvenli, konforlu, bilinmezi olmayan, aile bireyleri ile
paylaştığımız yaşamımızı var eden bir yapının tanımıdır çoğu zaman. Ev
tanımımızın duvarlar ile inşa ettiğimiz yapılar ile sınırlandırılması, bizim
barışı, huzuru, ve aile bireylerini tanımladığımız ve sınırlandırdığımız anlamına
gelir. Yani bize yeterli olan barış ve huzur oltamı ev tanımımızın kapsadığı
alan kadardır. İletişim içinde olmaya
çalıştığımız alanda bu alandan fazlası olamaz.
Yaratıcılık ve tasarım, geniş ufuk, büyük
düşünce ve özgürlük ihtiyacı duyar. İnsan da diğer canlılar gibi kendi
doğasında, özgürce yetişebildiğinde meyve verebilir ve sağlıklı bir yaşam
sürebilir. Doğal ortamından koparılmış her canlı fiziksel ve zihinsel olarak
beslenme kanallarından yoksun bırakılmıştır. Barış, sağlık, ve aydınlık
isteklerimizi düşündüğümüzde evlere hapsedilmiş canlılardan aslında çok şey
beklediğimizi görürüz. Gökyüzü yerine 2.5 metrelik bir tavana bakmak, dört adım
sonra evin diğer ucuna ulaşıp geri dönmek zorunda kalmak, bir pencereden gelen
ışık ile aydınlanmak, tüm bir ömrü aynı koltuk üzerinde geçirmek, canlı
doğasına aykırıdır. Biz bu aykırılığı önce kendimiz reddederek, türlü bahaneler
ve gerekçeler ile tüm insanlığı kandırmayı başardık. Sonrasında da tüm yaşamı
bu inanç doğrultusunda değiştirmeye ve dönüştürmeye kalktık. Kendine acımasız
olan canlılar olarak bir başkasına merhametli olmamız düşünülemezdi.
Sadece gıda olarak adlandırdığımız canlıları,
apartman daireleri gibi besi çiftliklerine kapattık, bitkileri topraktan koparttık,
yapay vitamin ve mineraller ile su içinde yaşamaya zorlanan nebatları gıda
saydık. Kendimize kullandığımız
antibiyotikler gibi tüm bu canlılara da kimyasal ilaçlar verdik. Hapsolmuş,
zehirlenmiş, yaşam alanlarından koparılmış fiziksel ve ruhsal olarak
hastalanmış bu canlılara besin dedik. sonra bu canlıdan beslenerek var olmaya
çalışan insanlar olarak kendimizden, inşa ettiğimiz duvarlar arasında ,
barışçıl, özgür düşünceye sahip, açık fikirli bir yaşam yaşamasını bekledik.
oldukça sıra dışı beklentilerimiz olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde ise bu
beklentilerinizi ekolojik kaygılar ile pekiştiriyoruz.
Aslında , ekolojik mimari kaygısı bütüncül bir
yaşam kaygısıdır. Çünkü ekoloji parçalara ayırabileceğimiz bir oyun hamuru
değildir. Biz bunu kısımlara ayırıp, tasarımlar ile bölmeye başladığımızda
kendimizi kandırmaya da başlarız. Yapılacak tasarım dünya için yapılmak
zorundadır. Zaten insan için yapılan bir işin dünyadan ayrılması son derece
sapkındır.
Bu bİzim dünya dışı veya dünya üstü varlıklar
olduğumuzu düşünmemize benzer. Sanki kaynak olarak kullandığımız bir gezene
gelen üstün bir tür gibi davranmamız bu gezegende herhangi bir sorunu çözmez. Siz
bir yasam alanı tasarlamak için yola çıkıp, yaşamdan insanı ayıklayıp,
diğerleri yok saydığınızda, ancak günümüz şehirlerine ulaşabilirsiniz. Bu
şehirlerin hali ise ortadadır. Bizler için asıl yaşam dünyadadır, dünyanın kendisidir. Ve bu yaşamın sürmesi tüm aile bireylerine
bağlıdır.
Ekolojik tasarım konusunda kendimize bir soruyu yeniden sormamız gerekir, ekolojik
tasarım kimin içindir. Bence Odak noktasına insanı koyduğunuz hiç bir tasarım ekoloji ile
bağdaşmaz. Malzeme, teknik, coğrafya fark etmeksizin doğru mesajı veremez,
dengeli bir enerjiye sahip olamaz. Dolayısı ile de Talep edeni tatmin etmez,
var olma amacını gerçekleştirmez.
Melih Aşanlı
Yorumlar
Yorum Gönder