TAK Söyleşi


Kışları çalışma masamda daha uzun süre vakit geçirebiliyorum. Erken kararan hava uzun geceler, bol soğuk yazmak ve öğrenmek için büyük fırsat. Baharla birlikte bende diğer tüm canlılar gibi inimden çıkıp hareket etmeye başlıyorum aslında. Hem yazdığım kitabın eğitimleri, hem üzerinde durduğum sanat, ekoloji ve geleneksel başlıkları ile alakalı söyleşi ve konferanslar kış sakinliğinden sonra biraz fazla geldi aslında. Şu sıralar adapte olmakta zorlanıyorum. Allahtan gittiğim her şehirde, katıldığım her söyleşide dostlarımla oluyorum. Küçük bir camianın kocaman bir gücü olduğunu her seferinde tekrar tekrar görmek sanırım en büyük motivasyonum. Sanki her adımda çoğalıyor ve daha güçlü bağlar kuruyoruz.

Yaptığımız işlerde bir bütün olduk biz. Nerede bir eğitim, bir söyleşi olsa ya dahil olup konuyu zenginleştiriyor ya da, gidin kaçırmayın diye cevresine haber salıyoruz.

Bir süredir vakit bulamadığım için boşladığım haftasonu yazılarını yazamamaktan rahatsızlık duyuyordum. Bundan bir kaç gün önce aklıma Yeşil Gazete için yen, bir fikir geldi. katıldığım söyleşilerden bahsetmek. konferans notlarını paylaşmak. Böylelikle mesafeleri daha rahat ortadan kaldırabilirdik.

İşte dün akşam Kadıköy'de TAK'ta İstanbuldaki bu yılın ilk konuşmasını dostlarımla birlikte yaptık. Söyleşi öncesi fuaye önü sohbetleri başka bir yazının konusu olabilercek kadar dolu geçti. Telefon ve mail ile iletişim kurup tanışmaya fırsat bulamadığım bir çok kişi ile yüz yüze konuşma fırsatı buldum. Şu sıralar fazla şehir değiştirdiğimden sanırım  biraz yorgundum.

İlginçtir ki tahmin ettiğimin aksine son dönemde katıldığım en zor söyleşiydi benim için. Arkadaki hızlı tren şantiyesi, benim mırıltı halinde çıkan sesim konuşmaya konsantre olamamama sebep oldu. Konuşurken insanın kendi sesini duyması ne kadar önemliymiş. Bu daha önce yaşamadığım bir tecrüübeydi. Aklınızda olsun arkadaşlar, eğer sesiniz az çıkıyorsa ve bulunduğunuz yer yüksek tavanlı bir galeri ise bir de yanınızda bir inşaat varsa mikrofon kullanın. Duymadan konuşmak olmuyormuş. Ben, ilk 20 dakika bunlar ile cebelleşirken imdadıma Mustafa Fatih Bakir yetişmiş. İyi ki uçaktan iner inmez gelmişsin Mustafa. Batur hemen bir telsiz mikrofon ile geldi de rahatladım.  Sıkılan ve beni duymakta zorluk çeken tüm katılımcılar affınıza sığınıyorum. Sonrası çok keyifliydi benim için hatta son kalkan beşiktaş vapur saatine kadar sohbet ettik. Oradan başka bir yere gittik hem dostlar ile hasret giderdik, hem de ben yine bir sürü şey öğrendim.



Söyleşi koularına gelince, hazırladığım yazıyı burada paylaşıyorum. Tabi ki eklemeler ve unutarak atladıklarım oldu. Etkileşimli söyleşilerin güzel yanı da bu değil mi zaten.



Kendimden bahsettiğim kısmını geçtiğimizde;
Yaşamda herhangi bir konu ile uzun yıllar teoride ve pratikte uğraşınca çok bilgi toparlıyorsunuz. Bu bilgiler deneyim ve kuram olarak toplandığında birbirlerini besliyorlar. Toprak ve suyun buluşması gibi. İşte bu buluşturma işi gerçekleştiğinde ürün vermeye başlıyorsunuz.

Aslında doğa  bir bütündür. İnsan ait olduğu doğa kanunlarına tabi olmaya başladığında beslenmeye ve beslendiği oranda da diğer tüm doğal canlılar gibi meyve vermeye başlar.

Meyvenin kalitesi havanın, suyun ve attığınız tohumun kalitesi gibi etkenler ile belirlenir. Bunları bitkiler dünyasından biliyoruz.

İşte insanlar da öyle.

Kurduğumuz tasarım stüdyosuna antik bir kent turumuzda denge anlamına gelen Harmonia ismini verdik. Türkçesi armoni. . Bu bir terazi gibi bir eşitlik ile sağlanan dengeyi temsil etmiyor yalnız. Bu ismi verdik ki unutmayalım, hep yaşamdaki armoniyi hatırlayalım ve örnek alalım.



Doğa eşitlikçi değildir arkadaşlar. Doğa dengelidir. Sanat ve tasarım da doğayı bundan dolayı  takip eder . her şeyin eşit olduğunu düşünelim. Mesafeler, yükseklikler, ağırlıklar, sıcaklıklar,  rüzgarın hızı, renklerin şiddetleri, ne kadar monoton bir dünyamız olurdu. Eşitlik adı altında sıkıcı, adil olmayan ve tekdüze bir yaşam. Hepimizin marketlerden aynı ürünü alıp, aynı marka kıyafetler girme zorunluluğumuz gibi.

Kent hayatı çoklu yönetimi başarabilmek için bu tek düzelik tekniğini kullanır Başka şansı yoktur. Eğer kitlesel bir yönetim planlıyorsanız, eşitlikten, eş zamanlılıktan, istikrardan, ve belirli standartlardan bahsetmeniz gerekir. 
Tüm dünya böyledir. ( Burada sevgili Aytaç'ın önemli bir düzeltmesi oldu aslında. Eşitlik kanunlar ve haklar konusunda tartışmasız olması gerek bir kavram. Bende aynı fikirdeyim tabi ki. Söyleşide bahsettiğim tasarım ve sanat olayı için bir pürüz halini almasıydı. Doğanın ilişkiler konusundaki dengeli yaklaşımının yanlış anlaşılmasını engellemek için bu düzeltmeyi hemen burada paylaşıyorum teşekkürler Aytaç Timur.)
İşte bu yaratıcı düşüncenin önündeki en büyük engellerden biridir aslında. Armoni eşit bir dengeden bahsetmez. Oranların birbirleri ile uyumundan bahseder. Toplamında bütünü oluşturur ve dinamik bir ritme sahiptir. Denge bütünde sağlanmıştır. Denge için bakkal terazisinin yetmezliğinden bahsetmek doğaya haksızlık olur.

Doğa bir armoniye sahip dengeli ama asla eşit değildir. Her bir parçası şahsına münhasır bireylerdir. Ve birbirinden beslenir.

Tasarımın her ne kadar kirletilmiş, karıştırılmış ve içi Çarşamba pazarına dönmüş bir kelime olsa da gücünü sanattan aldığı için çok köklü bir geçmişe sahip. Dolayısı ile bu gün hala tasarımdan bahsedebiliyoruz. Bir konu üstünde tasarım yapabilmek , uzun soluklu bir süreç aslında.

Konu hakkında bilgi edin
Talepleri dinle
İhtiyaçları belirle. Vs. Peki bu kadar mı.

Estetik, kullanılabilirlik, ustalık, çevre ilişkileri, kurduğu bağ.

Aslında tasarımdan yada sanattan bahsediyorsak kurulan bir bağdan bahsediyoruzdur. Bunu örümcek ağı gibi düşünün.

Sanat daha subjektif bir zeminde duygusal ağırlıklı bir bağ ile çevresini merkezdeki üretene bağlarken. 

Tasarım bu subjektif olan eyleme, tutarlılık, gerçeklik, işlevsellik gibi daha objektif bir katman ekleyerek gerçekleşir.

Tasarım sanat bağının üstünde oluştuğu için özgürdür. Ve temelinde de sanat vardır. Bu ikisini birbirinden ayırmaya çalıştığınızda, elinizde işlevsel makine parçalarından başka bir şey kalmaz. İş mühendisliğe doğru kaymaya başlar. Matematik konuya hakim olur.



Tasarımın bağ kurma ihtiyacı doğduğu yeri önemli kılar. Kentte doğmuş bir tasarım ile kırsalda doğmuş bir tasarım birbirinden oldukça farklıdır ve başka amaçlara hizmet eder. Hatta zaman zaman birbirine karşıt bile durdukları düşünülebilir.

Kentlerin şiddeti arttığı gibi kırsalın şiddeti de artar. Bu gün İstanbul bir metropol olarak şiddetin en yoğun olduğu bir kenttir ve buradaki tasarım olayı Denizli’den daha farklı gerçekleşir.  Bu olay yumuşak Akdeniz sahil kasabası ile Ilgaz dağlarında bin metrede gerçekleşen tasarımda da benzer bir dozda cereyan eder.

Bu gün kent ve köyleri gezdiğimizde yapılan örneklere bakarsak durum oldukça nettir.

Burada bir kaç analizden bahsetmek istiyorum.

Birincisi yanlış bir algı var ülkemizde. Biz tasarımın olmadığını yada yapılmadığını düşünüyoruz. Oysa değil. Bu binaları yapan tüm mimarlar bir eğitim alıyor. Hatta evini dekore etmek isteyen bir ev sahibi bile tasarım dergileri alıp konu ile ilgileniyor. Bu durum kırsal yapılarız içinde geçeli. Orada durumun öncelikleri değişse de farklılık görtermiyor. Bir düş kurmak, insan beyninin istemsiz bir eylemi olduğundan tasarım faaliyeti orada da gerçekleşiyor aslında.

Şimdi size bir sandalye yapalım desem herkesin aklına başka bir tasarıma sahip bir sandalye gelecektir. Konuyu biraz daha deşersek üzerinde kafa yormaya başladığımızda, ihtiyaçlar ve talepleriniz doğrultusunda tasarım yapmaya başlarsınız. Herkes kendi zihnindeki kütüphane kadar bir malzemeye sahiptir ve elbet kendi tasarımını yapabilecek yetiye sahiptir. Aksi olsaydı insanoğlu bugünlere gelemezdi. Bizler alet tasarlayan canlılarız

İşte tasarımın zorluğu ve tasarımcının buhranı da buradadır aslında. Tasarım her insanın zihinsel bir refleksidir.

Öyle ise kentlerimiz neden bu kadar sevimsiz. Yapılı çevremiz yani mimarimiz neden bu kadar bizlerden kopuk, yer yer işlevsiz ve kesinlikle çok çirkin. Üstelik vahşi. Kentler için tasarlanmış neredeyse her bir yapı parçacığı yok edici. Çevresini, ilişki içinde olduğu insana her şeye zarar verir halde. Yüksek enerji tüketen, sağlıksız malzemeler ile üretilmiş vs. Vs.

Kırsal içinde durum biraz daha farklı ama benzerlikleri var. Çirkinlik baki bir defa. Yerel malzemeler ve maliyetler söz konusu olduğunda daha sağlıklı ve daha az vahşi ama onlarda sadece işlevsel. O işlevsellikte en temel ihtiyaçlar göz önüne alınarak belirlenmiş. Barınma, ıslanmama, üşümeme gibi.

Şehirde eğitimli bir kesim tarafında sürdürülen bu olay, kırsalda eğitimsiz bir kesim yani köylünün kendisi tarafından sürdürülmekte. Peki bu iki uçta duran insanlar nasıl oluyorlar da birbirlerinden bu kadar ayrı ve bağımsızken benzer eksiklikler ve yetmezlikler ile işler üretebiliyorlar .

Köyler daha çok iş gücüne sahipken malzeme sıkıntısı çekiyorlar, şehirlerde ise fahiş fiyatlar malzeme sıkıntını çeklemeyecek kadar çömert, ama bu durum sonuçları değiştirmiyor gibi.

Bunların tamamında eksiklikler hepimizin gözüne çarpıyor.

Durum böyle ise eğitimin bir önemi kalıyor mu yada eğitim olayı işlevini mi yitiriyor.

Yada eğitim dediğimiz eylem bize sadece daha büyük ve daha işlevsel  üretimler yapmamız için mi olanak tanıyor.

Bir köylü bir gökdelen yada bir köprü muhakkak ki inşa edemez.

Peki iş bununla sınırlımıdır.

Topluma baktığımızda genel tutumumuz ve yapılı çevreden duyduğumuz rahatsızlık, mutsuz olmamız. Bu işin sadece daha büyük, daha ucuz yada daha işlevsel olmasının yetmezliğini bence bize doğrulamakta.

O zaman başa dönüyoruz.

Tasarım olayı nedir. Nasıl vücuda gelir ve içerisinde ne vardır.



Bu sorular çoğaltılabilir ve üzerinde çok uzun tartışmalar sürdürülebilir ama bir sonuca pekte varamaz. Yani tasarımın vücuda gelmesi olayı matematiksel bir süreci tanımlar. İçerisindekiler ise talepler ve ihtiyaçlar ile belirlenen objektif unsurları tanımlar. Bunların tamamı bir yaratım çemberinde vardırlar ve benzer sorular sadece çemberin içini daha da doldur ama bizi çemberin dışına çıkaramaz. Bu döngünün içi çıkmazın ta kendisidir aslında.

Oysa başa döndüğümüzde, Antik Yunan'da çok kullanılmış bir kelime olan harmonia ya döneriz. Bizlerin günümüz modern dünyasında kaçırdığı bu armonidir. Yani uyum.

Uyum, uyumluluk hali ilişki kurmayı gerektiren ılımlı bir eylemdir. Dolayısı ile tasarım konusunda yeni bir soru eklenir. Tasarım neyin üstünde, durmaktadır. Temeli nedir.

İlk ilişkiler ağı sanattır. Subjektif duygular bütünüdür, ılımlı ve duygusaldır. Eşitlik değil uyum söz konusudur. Denge bireyden bütüne nüfus eder. Birey olmadan bütün olamaz ve bütün bireyden ayrı değildir.

Sanatın armoniyi yani doğayı takip ettiği, izlediği ve örnek aldığını söylemiştim. İşte ekolojinin tüm bedeni ile sahneye çıktığı an burasıdır.

Ekoloji bir doğa bilimidir. Canlıların ve cansızların tırnak içinde cansızlar, çünkü hava, su  ve toprak birer tartışma konusudur. Birbirleri ile olan ilişkilerini ve uyumlarını inceleyen bir bilim dalıdır.

Eğer siz parçası olduğunuz bütünün yani doğanın izinden gitmezseniz yada bu yolu reddederseniz yolunuzu kaybedersiniz.  Kaybettiğiniz yolda mevcut durumunuzu sürdürmekte ısrarcı olduğunuzda yeni kural ve kavramlara ihtiyacınız vardır. Çünkü asıl olan kavram ve kuralları reddediyorsunuzdur. Burada mekanik dünyanın, amacına yönelik matematiksel ve işlevsel dünya kurmaya başlarsınız. Doğa duyguların var olduğu bir dünyadır. Ve insanoğlu bünyesinden duyguları çıkardığında, yaşamın devamını sürdürmeye çalışan bir canlıdan başka bir şey kalmaz . Bu canlıda sadece varlık mücadelesi için çalışacaktır. Hepimizin çalıştığı gibi.

Doğanın bize dayattığı, yani ekoloji biliminin incelediği, tüm tabiat ile kurulan ilişkiler, bize önce ilişki kurmayı öğretirler. İkili iletişimde, özveri, karşı tarafın dinlenmesi, kabul edilmesi, tanınması gibi öncelikler temel şartlardır. Siz bir başkası ile iletişim kurarken sadece kendinizden bahsedemezsiniz, karşınızdakini de dinlemeniz gerekir.

Karşı taraf dinlendiğinde daha çok tanınır, tanındığında sevilir, ve kabulü kolaylaşır. Tüm bu kabuller bizim yaşamda almaya çalıştığımız konum için çok gereklidir.

Ekoloji , bizi birbirimize, doğadaki tüm canlılara, havaya, toprağa bağlayan örümcek ağımızdır. İçinde estetik, romantizm, şiddet, ritim, çeşitlilik gibi bizi insan yapan parçalarımız bulunur. Bizler bu parçalar ile ancak mutlu olabilir ve huzura kavuşabiliriz. İşte bu ilk ağı kullananlara ve bize buradan seslenenlere toplumda sanatçılar deriz. Onlar şahsına münhasır bireyler olarak bize kurdukları ilişkilerden kendi seçtikleri yollar ile seslenirler.

Eğer bu özeliğimiz kaybedersek. Ya da reddedersek. Elimizde ikinci ilişkiler ağımız kalır. Oradaki sonuçları da hepimiz biliyoruz.

Söyleşiye katılan, değerli soruları ve eklemeleri ile sohbetin verimliliğini sağlayan, dinleyen, not alan herkese teşekkür ederim. Bana bir sonraki konuşamam için yeni fikirler ve konular veriniz.

Melih Aşanlı
İstanbul
1Nisan 2017





Yorumlar

Popüler Yayınlar